Üçüncü gün 8:30’da kalktık. 9’a kadar kahvaltı yaptık. Turun yarısı Disneyland’a gitti, biz de odamıza çıkıp biraz takıldık, ben hazır otelin internetini bulmuşken son kontrolleri yaptım. Nereleri gezeceğiz, nasıl gideceğiz filan. 9:45 gibi otelden çıktık.
Turdan birkaç kişi gidiyordu, peşlerine takıldık. Hep beraber tren istasyonuna geldik. Benim planımda yukarıda yazdığım şekilde merkeze gitmek vardı ama 7-8 kişi her kafadan bir ses çıkınca kafam karıştı, normalde gitmem gereken yerin tam tersi yönünde gittim. Yani normalde Tournan tarafına gitmem gerekirken Haussmann – Saint-Lazare tarafına gittim. Turun geri kalanı Galeries Lafayette alışveriş merkezine gideceğini söylüyordu. Onlar ertesi gün Paris Şaheserleri turuna katılacakları için, ertesi gün gitmeyecekleri lokasyonları gezmek istemişlerdi. Biz ise Eyfel kulesine çıkmayı planlıyorduk. Her ne kadar tersi istikamette yanlış gelmiş olsak da yine de Eyfel’e gidebilirdik.
Turun kalanından ayrılıp oradaki bir zenci bir amcaya Eyfel’e nasıl gidebiliriz diye sordum. Ne yaptın be evlat, çok yanlış gelmişsin şeklinde bir mimik yaptı. İngilizce bilmiyordu ama sağolsun beni kolumdan tutup işaretlerle gitmem gereken yönü tarif etti. Teşekkür edip gösterdiği yoldan devam ettim. Bu henüz ilk deneyimimdi ve itiraf ediyorum, epey tırstım.
Her tarafta tabelalar, henüz metro sistemini anlamanın ucundan geçmiyorum, her şey çok yabancı, bir telefonumdaki uygulamaya bakıyorum, bir elimdeki metro haritasına bakıyorum, bir kafamı kaldırıp tabelalara bakıyorum. Tamamen şansıma güvenerek bir yere gittim. Orada duvara yaslanmış genç bir elemana sordum bu sefer. Eleman duvardaki kocaman metro haritasının karşınına geçip hesap kitap yapmaya başladı. Şurada insen şuna binsen olmaz, şöyle yapsan filan diye dakikalarca düşündü. Sonra kendince bir rota çizdi ama emin olmak için gel benle deyip görevliye götürdü bizi o ara treni geldi binemedi.
Görevliyle Fransızca konuşup bu adamlar Eyfel’e gidecek, şöyle şöyle gitsinler diyorum ne dersin dedi (sanırım), görevli de ilgisiz şekilde olabilir filan dedi herhalde. Eleman bize dönüp tarif etti, bak M9 tabelalarını takip et, şu hatta bineceksin, son durağı şu olacak filan şeklinde. Teşekkür edip ayrıldık. Bu sefer rastgele değil, elemanın dediği okları takip ediyorduk. İlk trenimize bindik. Bingo, ters yöne gidiyoruz. Metrolarda her kapının üzerinde bizim İstanbul’dakine benzer ışıklı durak isimleri var ama bizdekilerin tersine gittikçe yanmıyor, sönüyor. Yani gideceğin tüm duraklar başta yanıyor, sen gittikçe sönüyor. Ben de bir baktım ki ters yönde gidiyoruz. Tekrar indik, karşı tarafa geçtik, yine bindik.
Bu arada ben sinirden köpürüyorum tabi. Niye yapamıyorum lan ben bunu diye düşünüyorum. Bir ara kendimden şüphe etmeye başladım. Ben aptal filanım herhalde dedim. Oradan indikten sonra nereye gideceğimizi bilemediğimizden bizim geldiğimiz trenden inen ve her halinden acelesi olduğu belli olan bir kıza Eyfel’e nasıl gidebiliriz deyip metro haritamı eline tutuşturdum. Haritayı alıp başladı Fransızca konuşmaya. Kesik kesik, aceleyle bir şeyler söylüyor ama zerre anlamıyoruz. Artık nasıl umutsuz bakıyorsam kıza, yine Fransızca gel benle gibi bir şey dedi bastı gitti. Biz de peşine takıldık, sanırım ben de oraya gidiyorum ya da ben de oraya gideyim bari gibi bir şeyler dedi. Arada bizi kontrol ediyor geliyor muyuz diye ama yetişemiyoruz kıza, öyle koşuyor. Yürüyen merdivenin sol şeridinden yardıra yardıra gitti. Baya da bir yürüme yolumuz varmış, kız bizi istasyona kadar götürdü. Fransızca bu trene bineceksiniz dedi. Kendisi de aynı trene bindi. Gideceği yeri mi değiştirdi bilmiyorum. Anlamadığımızı bildiği halde umursamadan Fransızca konuşması çok acayipti. Yani İngilizce’yi hiç bilmediğini sanmıyorum. 2 kelime dahi İngilizce konuşmadı ki yetişkin biriydi. En basit şeyleri bile, evet, hayırı bile Fransızca söyledi ama acayip yardımcı oldu bize. Hani derler ya Türkiye’de birine yol sor kendini paralar, olmadı sana gideceğin yere kadar eşlik eder, seni tutar oraya götürür diye, resmen onu yaşadık. Kız bizim yan vagona bindi, bin kere filan teşekkür ettim. O da utangaç ve aceleci bir şekilde geçiştirip gelen trene atladı.
Bindiğimiz metro aslında Eyfel kulesinin dibindeki metro istasyonu değil, ona RER C gidiyor, ben de açıkçası RER trenleri ile uğraşmayı pek sevmedim, metrolar daha kolay ve daha sık geliyorlar. Daha önce Paris’e giden bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Trocadéro istasyonuna gidip, oradan Eyfel’e yürüdük. Gerçekten de Eyfel uzaktan bakınca güzel, yanına gidince o kadar büyük ki bir şey anlaşılmıyor. Trocadéro’ya M6 ve M9 metroları gidiyor, Eyfel’e yakın ama bir 600 m kadar uzağında. En önemlisi metrodan çıkıp sola dönünce önünüz kocaman alan ve ortadan Eyfel hayalet gibi yükseliyor. Eyfel’e gidecekseniz ben de size bu güzerahı önereyim. Aceleniz yoksa buradan Eyfel’i fotoğraflayın ve sonra yürüyerek gidin. Biz de bu şekilde yaptık, o mesafeden harika Eyfel fotoğrafları çektik ve sonra da Eyfel’in yanına yürümeye başladık.
Metrodan inmemiz saat 11’i bulmuştu bu arada. 9:45’den 11’e kadar Paris metrosu ile cebelleştik. 45 dakika kadar fotoğraf çekip Eyfel’e yürüdük. Amacımız Eyfel’e çıkmak, mümkünse en üst katına çıkmaktı. Paris Şaheserleri turunda Eyfel’in ikinci katına çıkılacağı söyleniyordu. Rehbere sorduğumda, en üst kata çıkan tek asansör var, ikinci kata çıkan 2 asansör var, daha az bekliyorsun, bu yüzden dedi. Fiyat olarak da ciddi farklılıkları yok. En üst kat 14,5€, ikinci kat, 8,5€ idi sanırım. Bir de en alt kat var ki yürüyerek merdiven ile çıkıyorsun. Eyfel her gün açık bu arada, Salı dahil. Biz Salı günü gittiğimiz için çok sıra olur mu acaba dedik, çünkü Louvre kapalı o gün. Herkes Eyfel’e yığılabilir. Ama çok fazla sıra yoktu. En azından bilet alma kuyruğunda. 11:45’de bilet kuyruğuna girdik. Tüm katlar aynı yerden bilet alıyor, ayrım yok. 20 dk içinde biletimizi alıp asansör kuyruğuna girmiştik. Asansörler de epey büyük, çok fazla kişi alıyor, balık istifi gibi gidiyorsunuz. Ama en üst kata çıkması geri dönmesi filan zaman alıyor. Eyfel’de iki tane asansör var. Gidince şaşırmayın. Bir tanesi zemin kat ve ikinci kat arasında çalışıyor. Diğeri de ikinci kat ve en üst kat arasında çalışıyor. Siz en üst kata çıkacaksanız önce zeminden binip ikinci kata çıkıyorsunuz, sonra tekrar asansör sırasına girip yeni gelen asansöre binerek en üst kata çıkıyorsunuz. Dönüşte aynı şekilde. En üst kattan binip ikinci kata geliyorsunuz, inip tekrar asansöre binip zemin kata iniyorsunuz. En üst kata çıkılan yerlerde somment yani zirve yazıyor (ingilizce top). Siz somment yazan yere gideceksiniz ki sizi yönlendiriyorlar zaten. Rehberle konuştuğumda 15 dk’da Eyfel’e çıktığımı da bilirim, 2:30 saat beklediğimi de bilirim demişti. Bizim en üst kata çıkmamız 45 dk sürdü. 12:30’da en üstte idik. Burada zamanında çok fazla intihar vakası olmuş. O yüzden en üstü kapatmışlar. Biz üşür müyüz acaba dedik, çünkü 324 m yüksekliğe çıkıyoruz. Asansörle bile çok uzun sürüyor. Ama 360 derece kapalı ve ısıtmalı. Merdivenle çıkılan bir üst katı da var. Orası açık, artık Eyfel’in en üstündesiniz. Tel örgüler var tabi, intiharlar için. Orada 1€ ile çalışan teleskoplar var.
Şunu söyleyebilirim, Paris yukarıdan muhteşem gözüküyor. Şehri harika planlamışlar, tüm binaların bir karakteristiği var. Bakarken bir tanesi dikkatinizi çekmiyor, aradan sırıtmıyor. Hepsi aynı mimarın elinden çıkmış gibi. Birkaç geniş meydan dışında yeşillik yok. Gözünüzün gördüğü her yerde bina var. Çok az sayıda yüksek bina var. Ama gerçekten çok az sayıda. Onun dışında binaların hepsi aynı boyda. Gökdelen gibi yapılar yok. Uyumsuzluk yok dediğim gibi, Eyfel’den bakınca, Paris, halı gibi, muntazam, muazzam bir şekilde önünüze seriliyor. Harkulade bir manzara. Eyfel bence dışarıdan çirkin gözüküyor. Ama Eyfel’in üzerinden Paris harika gözüküyor. Bunu herkes yaşamalı. Eyfel, rehberimizin demesine göre bilet satılarak girilebilen etkinlikler içinde dünyada bir numara imiş. Yani şimdiye dek en çok biletin satıldığı, en çok insanın ziyaret ettiği yermiş.
Yukarıda iken süre kısıtlamanız yok. Benim aklımda Galata kulesi deneyimi vardı. Orada bir tur attırıp hadi aşağıya diyorlardı. Burada alan çok geniş, fazla kalabalık, itiş kakış olmuyor. Herkes rahat rahat manzarayı seyredip fotoğraflayabilir. Biz tam bir saat kaldık yukarıda. Daha sonra gece de gelip ikinci katına çıkma planımız vardı ama hava muhalefetinden ötürü uygulayamadık. İçimizde ukde kaldı. Tavsiyem şu şekilde. Güneş Kasım ayında 17:15 gibi batıyor. Güneşin batma saatini öğrenip, 1:30 saat önce Eyfel’in kuyruğuna girin. Güneşin batmasına yarım saat kala filan Eyfel’e çıkmış olursunuz. Paris’i hem gündüz gözüyle görmüş olursunuz. hem eminim güneş Eyfel’den muhteşem batıyordur, hem de gece Paris inanılmaz gözüküyor. Böylece hem gece hem gündüz muhteşem manzarayı izleyebilirsiniz. Tabi o saatlerde ne kadar sıra oluyor bilmiyorum ama Eyfel gece yarısına kadar açıkmış.
Aşağı inerken de 15-20dk kadar bekledik asansörün gelmesini. Yine önce ikinci kata indik. İkinci kata indikten sonra orada da gezebiliyorsunuz, kimse size bir şey demiyor. Orada hediyelik eşya satan pahalı da bir dükkan var. Hava soğuk olmasına rağmen ikinci katta da biraz durup yukarıdan gördüğümüz Paris’i biraz daha yakından gördük. En üst katın keyfi ayrı tabi ama o kadar yüksek ki her şey çok küçük gözüküyor. Bence hava güzelse ikinci kat daha iyi olabilir çünkü zaten bulunduğunuz yer kadar yüksek bir yapı yok, yine her yer elinizin altında ama bu sefer daha yakından ve büyük görebiliyorsunuz.
Eyfel’den yine sarhoş gibi çıktıktan sonra Eyfel’in arkasındaki parka geçip bir şeyler yedik, orada muhteşem bir Eyfel manzarası var. Gerçekten gerçek olamayacak kadar büyük bir demir yığını. İnsan gözleriyle gördüğü şeye inanamıyor. Evet, Eyfel’in gündüz ve gecesini gördük. İtiraf etmem gerekirse gece muhteşem, 20bin ampül ile aydınlatılıyor. Ama gündüz hiçbir halta benzemiyor. Çok çabul bir şekilde bıktık. Tepesinden manzara güzel ama gündüz yanında bakınca birbirine perçinlenmiş koca demir yığının anlamsızlığı ortaya çıkıyor. Eyfel; çirkin bir demir yığını.
Parkın yanında tuvaletler var, bu da gördüğüm en enteresan tuvalet oldu. İçeride güvenlik var, gişe var, gişede kadın oturuyor filan. Bakıyorum ücretine ne kadar diye yok, en sonunda ücretsiz yazısını gördüm. Madem ücretsiz neden gişe koyuyorsunuz, o gişedeki kadın ne yapıyor çok merak ettim. Ama tuvaletler temiz. Hemen Eyfel’in yanındaki küçük parkın orada.
Biz artık ertesi günkü tura gitmeyeceğimizi kesinleştirdikten sonra (çünkü inanılmaz eğleniyorduk, özgür takılmak, oraya buraya koşturmaktan çok daha keyifliydi) turda yapılan şeyleri yapalım, eksik bir şey kalmasın dedik.
Paris Şaheserleri turunun da kalbi nehir turu oluyor. O da hemen Eyfel’in yanındaki iskeleden kalkan vapurlar ile oluyor. Bu da gayet basitmiş, biraz çekinerek gittik ama hemen çözdük olayı. Gişedeki adam, sistemi biliyor musunuz dedi. Hayır dedim. Elime bir harita verdi. Normalde 8 durak gidiyorlarmış. Batobus diye bir firma bu arada, Eyfel’e giderken geçtiğiniz köprüden tekneleri görürsünüz zaten. Merdivenle nehire iniyorsunuz, ilk firma Batobus. Normalde 8 durak gidiyorlarmış ama artık mevsimden midir nedir 4 durağa indirmişler (fiyatları da aşağı çekmişler neyse ki). Her yarım saatte bir yeni vapur kalkıyor. Siz bir günlük, iki günlük, yıllık biletler alabiliyorsunuz. Biz 1 günlük bilet aldık, 9€ verdik kişi başı.
Eyfel’den kalkıyor, Musee D’Orsay yani Orsay müzesinin oraya gidiyor, yolcu indirip bindirip Louvre müzesine gidiyor, yine yolcu indirip bindirip şanzelizeye (Champs-Elysees) gidiyor ve son olarak Eyfel’e geri dönüyor. Bu 9€ luk bilet ile tüm gün istediğiniz duraktan istediğiniz durağa gidebiliyorsunuz. İstediğiniz kadar. Bu kültürel bir nehir gezisi olabildiği gibi bir ulaşım aracı da aynı zamanda. Bu istediğin kadar sistemi de gayet güzel olmuş. Biz Eyfel’den binip Orsay Müzesi’nin orada indik (20 dk sürdü). Orsay müzesine gittik, orayı gezdik. Müzede sıra vardı baya, Louvre kapalı olduğundan buraya gelmiş insanlar ama Salı günü açık en azından. Girelim mi diye düşündük sonra vazgeçtik. Orayı yarım saat gezip tekrar iskeleye, bir sonraki vapura binmek üzere gittik.
Yolda bir kadın yüzüğünüzü düşürmüşsünüz numarası yaptı bize. Yemedik tabi. Bu da şöyle oluyor, kadın yerde çok pahalı gözüken bir yüzük buluyor ve afedersiniz sizden mi düştü acaba diye size veriyor. Sizin gözleriniz büyüyor tabi hemen eeöö evet benden düştü diyorsunuz. Kadın da bu iyiliğine karşılık sizden bir bahşiş istiyor, 10€ veriyorsunuz, yüzüğü alıyorsunuz. Hırsla kuyumcuya gösterdiğinizde elbette yüzüğün beş para etmez, sahte bir yüzük olduğu ortaya çıkıyor. Hırsınızın kurbanı oluyorsunuz. Bunu internette okuyup, ne kadar karmaşık, kim yer ki bunu diye düşünmüştüm. Kadın aniden karşımıza çıkıp yüzüğü burnumuza dayayınca “Lann!! Benim yüzüğüm oley” moduna girdim anlık olarak. Sonra toparlanıp yok bizim değil deyip devam ettik.
Bir sonraki tekneye binip Louvre müzesinde inmeyip şanzelize durağına indik. Bu arada yanından yavaş yavaş geçtiğimiz tarihi yapılan nehirden cidden güzel gözüküyorlar. Şehir turu olarak verimli bir aktivite yani. Rehber anlatsa güzel olurdu eminim. Şu bina bilmem ne binası şeklinde sunum daha anlamlı oluyor. Biz ağzımız açık, vay be negzel şeklinde fotoğraf çektik. Son olarak, aynı firmanın Hop On, Hop Off dedikleri, üstü açık otobüsle şehir turu da var ve tekne turu ile birlikte alırsanız daha ucuz oluyor filan. Bir de sesli rehber de verebiliyorlar kulaklık, 5€ idi sanırım. Bizim bir gün önce yaptığımıza benzerdir herhalde panoramik şehir turu. Ve son olarak, 2 günlük nehir turu fiyatı 12€. Onu almadığımıza pişman olduk. 2 gün gezecekseniz çok ideal.
Şanzelize durağı aslında tam şanzelize sayılmaz. Yani tam olarak şanzelize caddesinin neresindeyiz çözemedim ama arkamı bir döndüm 3. Alexandre (Pont Alexandre III) köprüsündeyiz. Bu köprü Paris’in en meşhur köprülerinden biri. Otobüsle geçerken rehberimiz bahsetmişti buradan. Köprünün üzeri heykeller ile dolu. Köprüden geçip geri dönüp şanzelizeye çıkalım dedik. Köprüden geçince karşıda yakından görmesek olmayacak güzellikle kocaman bir bina gördük. İçine girdiğimizde U şeklinde, sağlı sollu müze olduğunu, ortasında ise giriş kapısının üzerinde kocaman Napolyon heykelinin bizi selamladığı üçüncü bir bölüm olduğunu gördük. Haritadan baktım, Napolyon’un mezarı diyordu. Bir gece önce şehir turu yaparken rehberin bunu söylediğini hatırlıyorum. Acayip heyecanlandım, içeri girdiğimde içerisinin çok ihtişamlı bir katedral olduğunu fark ettim. Ortada birkaç kişilik orkestra, bir taraftan sound check yapıyor, bunu yaparken de “Jeux Interdits” parçasını icra ediyorlardı. Bina da Hotel Les Invalides binasıydı bu arada. Gitmek isterseniz. Bir orada 10 dk kadar durup müthiş orkestrayı dinledik. Çok keyifli çalıyorlardı. Daha sonra istemeyerek de olsa çıkmak zorunda kaldık.
Oradan çıkıp Galeries Lafayette alışveriş binasına gidelim dedik. Haritadan bakıp en yakın metro istasyonunu buldum. Programdan yazıp rotamı çizdim, ilk bindiğimiz metronun ters yönde ilerlediğini fark edip bir sonraki durakta indik. Böyle sakin, normal bir şeymiş gibi anlatıyorum ama o ara ben depresyonlardan depresyon beğeniyorum. Ama her yaptığım hatadan da ders çıkartıp benzer hatalar yapmamaya çalışıyorum. Resmen yanıla yanıla Paris metrosunu çözdüm. Tekrar rota çizdirdim programa, bu sefer hata yapmayacağım dedim. Mümkün mü? En azından Galeries Lafayette’ye sorunsuz gittik. Saat 16:30 civarıydı, henüz hava kararmamıştı. Hava aydınlıkken buraları gezelim ne varmış diye direk alışveriş merkezine gitmektense oralarda dolanmaya başladık. Az sonra fark ettik ki orada gezilecek kayda değer bir şey yok. Geri dönüp alışveriş merkezine girdik.
İlk izlenim, hayal kırıklığı. Ben zaten alış veriş merkezlerini sevmem zira ben alış veriş yapmayı da sevmem. İlk katı Boyner’den bozma dandik bir yapı gibi duruyor. Alışveriş merkezini değişik bir mantıkla tasarlamışlar. Dükkan mantığı yok, aynı Boyner gibi tek bir tane kocaman dükkanın içinde minik bölümler var ve onların sınırı yok. Bir mağazayı gezerken kendinizi başka bir mağazaya bakarken bulabiliyorsunuz. Mağazaların duvarları, kapıları yok, rafları, standları var. Baktığınız zaman ortada geniş alan yok, her taraf mağaza. Fiyatlar tüm binada aşırı pahalıydı ve çok lüks markaların da standları vardı daha doğrusu burada arayıp bulamayacağınız marka yok gibi.
İkinci kata çıktığımızda niye burayı övdüklerini anladım, mavi kocaman kubbesini görünce 7 katlı devasa alış veriş merkezi önünüze seriliyor. Biz yine yılbaşı süslemelerine denk geldiğimiz için özel bir ışıklandırma ve noel ağacı gösterisini izleme şansına eriştik. En üst katına kadar yürüyen merdivenler ile çıkıp enerjimiz el verdiğince ilgimizi çeken markalar arasında dolaşmaya başladık. Lakin gün için o kadar çok yorulduk ki alışverişin hakkını veremeden buradan ayrılmak zorunda kaldık. Öyle zannediyorum ki Paris gibi devasa bir şehirde bile, şehrin tam ortasına bir tane ultra devasa alışveriş merkezi yapmışlar ve alışveriş merkezi defterini kapatmışlar. Belki şehrin dışında vardır, hatta içinde de olabilir ama İstanbul kadar abartı bir durum olmadı ortada. İstanbul’da Galeries Lafayette ile kapışabilecek boyutta ve nitelikte bir alış veriş merkezi olduğunu sanmıyorum, Paris’de de İstanbul kadar alış veriş merkezi olduğunu sanmıyorum.
Galeries Lafayette’den çıktıktan sonra hava iyice kararmış ve saat de geç olmuştu. Aslında Eyfel’in yanına gidip gece ışıklandırması altında yakından görmek gibi bir niyetimiz vardı çünkü bir gece önce Eyfel’i hep uzaklardan görmüştük ve yanından sadece otobüs ile geçmiştik, hatta Eyfel’e gece bir daha çıkmak gibi de bir planımız vardı ama aşırı yorgun olduğumuzdan bunu ertesi güne erteledik ve şimdi görülüyor ki hata yapmışız. Bulunduğumuz yere yürüme yolu olarak çok yakın gözüken Haussmann – Saint-Lazare durağına kadar gidip (bu durak RER E hattının son durağı), RER E trenine binip hiç aktarma yapmadan otelimizin bulunduğu yere gidebilirdik.
Ben sabahtan kalan metro hıncımı dizginleyerek korkularımla yüzleşmeyi ve yürümek yerine Galeries Lafayette’nin dibindeki metro durağından metroya binerek aktarma yapmayı tercih ettim. İlk aktarmamız sorunsuz geçti. Artık Paris metrosuna alıştığımı hissediyordum. Bunun bir yolu da tarza aşina olmak bence. Tabelaların ne sıklıkla konulduğuna, nerelere konulduğuna, içgüdüsel olarak nereye bakmanız gerektiğine aşina oluyorsunuz bir kaç kere denedikten sonra. İlk yabancılık kötü bir şey ama çok hızlı bir şekilde alışıyorsunuz. Ben de yine elimdeki programa bakarak Haussmann – Saint-Lazare durağına gidebildim. Burada 4 farklı RER E tabelası vardı (31, 32, 33 ve 34 yazıyordu), son durağı bizim gideceğimiz Tournan olana doğru yürüdüm.
Aslında bu yukarıda yazdığım TIVA olayından haberdardım, bir yerde okumuştum ama tam anlamamıştım. Bineceğimiz trenin bizim istediğimiz durakta durmayabileceğinden haberdardım ama bunun peşine düşmemeyi ve şansıma güvenmeye karar verdim. Sadece 10 dk sonra kalkacak trenin kapısında müzik dinleyen gence bu Tournan’a gidecek olan tren mi diye sordum, o da evet dedi. Ben de bindim. Tren sadece 2 kere durdu ve ikinci sefer durana kadar yarım saat hiç durmadan yol aldı. O an inmem gereken durağı çoktan geçtiğimizi düşündüm. İndiğimiz durak Val de Fontelay durağı idi. Karşıya geçip 10dk sonra gelen ters yöndeki trene binip 2 durak gidip otele gelebildik. Bu da benim Paris metrosu ile ilgili son çuvallamam oldu. Ertesi günkü tüm hareketlerim bilinçli ve doğru idi (kıps).
Bu Tatil Günlüğüne Ait Diğer Yazılar:
Benelüx – Paris Turu 3. Gün (Şu an buradasınız)